Çarşamba

zar

Rivayete göre zamanın birinde ünü yedi cihana olmasa da 7 köye mashar seyyar bir kumarbaz varmış. Kumardan kazandığı ün ona epey bir saygınlık kazandırmış. Namının yanında, kadife cuhalı masalarda ahını aldığı adamların epeyce mangırlarını almış olmanın zenginliğiyle kendi çapında da bir güce de sahipmiş.
Bu seyyar kumarbazın ağzı da laf yaptığından, çok laf çok para ikileminin arasında, gönlünü hoş tutacak, dilberler ahular yanından eksik olmazmış. Zamanında çok cefa çekmiş anasına da köyün en tepesinde bir konak yaptırarak, anasının da rahata ermesiyle emdiği sütler de helal-i hoş olmuş. 
Kumar üstadının artık bu dünyada ve ahirette eza çekmesi neredeyse imkansızmış. Şansın ve talihin en sevgili aşığı, maddi ve manevi varlıkların da en muhterem dostu olmuş. 

Gel gelelim bir gün kumar masasına son sahip olduğu şey donunu da bırakan Arap Kemal, artık afyonun verdiği rehavetle mi yoksa donu kaybetmenin acısıyla mı bilinmez, ''Her şeyimi almış olabilirsin ama lakabımı asla alamazsın, hem senin bir lakabın bile yok'' deyivermiş. Hikaye o ya herkes bir anda bir rüyadan uyanmışcasına bir sessizliğe gömülüvermiş. Masanın çevresindeki demli oralet içen yancılar, hileli kağıtlar dağıtmasına rağmen Seyyar Kumarbazın bahtını sallayamayan kulübber, donsuz Arap Kemal hatta masadaki zarlar bile Seyyar Kumarbazı sorgular gibi bakmış. Kumarbaz farkına vardığı gerçek karşısında diğer tüm gerçekleri bir anda unutuvermiş, Arap Kemal'in donunu ve kazandığı diğer ganimetleri masada bırakıp arkasını dönüp çıkmış. Kumarbazın kulüpten çıkmasıyla masada kalanlar masaya öyle bi yumulmuşlar ki bugün bile Arap Kemal'in donunu kimin talan ettiği çözülemez bir sırdır.

Kumarbaz seyyarlığı gereği her gün farklı bir bölgede, bebelerinin rızkını kadife cuhaya 'restleyen'  kendini bilmezlerin her bi şeylerini alırmış. 
Arap Kemal olayından sonra hayatında eksik bir şeyler onu rahatsız etmeye başlamış. Daha az konuşur, dilberle daha az zevk-ü sefa yapar olmuş. 

O zamanlar ergin olmuş her erkeğin ismiyle müsemma bir de lakabı da varmış. Nasıl ki ölene kadar insan ismini taşıyıp onun hakkını verir, bu lakabı da layıkıyla taşırmış. Kazanılan lakaba ters hareket etmek ümmü haşa Allah'a şirk koşmak gibi bir şeymiş. Her erkek kendi meşgalesi, orjinal hikmeti ya da istekleri doğrultusunda bir lakaba sahip olurmuş. Dünya üzerinde her çıkan yeni gelişme, yaşanılan her durum bir lakaba intikal edermiş. Mesela güzide ülkemize televizyonun gelmesiyle televizyonla alakalı tüm lakaplar bir bir ademlerin duruşuna monte edilmiş. Karınca Mehmet, Anten Rıza, Tüp Mahmut, Gorillaz Recep, Parlement Ahmet yeni yeni de Çanak Ertem, Uydu Osman...

Kumarbazımızın yaratılışından ötürü hiç bir kusuru ya da fazlalığı yokmuş ki kendi bünyesine alıp lakabı olabilsin. bkz; Çolak Hasan, Topal Rüstem, Altıparmak Sezai.

Kumarbaz, Talih, Şans, Lafazan gibi lakapların çok önceden işgal edildiğinden mütevellit uğraştığı işlerden dolayı da bilindik bir lakap alamaz olmuş. 

Gel zaman git zaman lakapsızlığı dillere pelesenk olmaya başlamış, artık onu köyün meydanında görenler selamı sabahı keser, gittiği diyarlarda bırakın oyuna dahil etmeyi kahveye bile almaz olmuşlar. Yancılar bile demli oralettin beleşliğini bırakıp yanına yaklaşmaz olmuşlar. Bu durumdan haberi olan anası oğlunun parasız kalıp konağı satacağından endişelenip ''ohh'' nidalarını bırakıp ''ahh'' nidaları evresine girmiş ki menapozun ardından ikinci bir dönüşümü kaldıramayacağı da köy meydanlarında dolanır olmuş. Kumarbaz bu dünya da öyle de böyle de yaşarım zaten şurda ne kadar ömür kaldı diyerek işin içinden çıkmasına rağmen. Anasının ahını alıp, sütünü helal etmemesinden kaynaklı ahirete intikal ettiğinde zebanilerle yüz göz olmaktan korkar olmuş. Bu korku içini dışını yiyip bitirmiş, gitmediği hacı hoca, ermiş evliya kalmamış kendisine uygun bir lakap bulması için ama fayda etmemiş. Kapısını aşındırmadığı şair feylosof kalmamış ama onlar da bir türlü uygun düşen lakabı bulamamışlar.

Derin bir boşluğun içerisinde meydandaki ''Sinekli Meyhaney'e'' yollanmış. Normal şartlarda buraya bile adım atamaması gerekirken meyhanenin sahibi Abaza Haydar tüm mal varlığı karşılığında Kumarbazın geberip gidene kadar müşterisi olmasını kabul etmiş. Böylece Abaza Haydar büyük bir servetin üstüne cuk diye konuvermiş. Bol efkarlı, sarı dumanlı günler Kumarbazın hayatındaki tek gerçeklik olmuş.

Böyle günlerin birinde kafası ''Leyla'' olan Kumarbaz alkolden damıttığı cesaretle meyhanenin karşısındaki Barbut Settar'ın kahvesine külhanbeyi edasında dalmış. Normal şartlarda  kahveye böyle dalan birinin cezası Barbut Settar'ın raconunda dalak ya da karaciğer sökülmesi anlamına gelmesidir. Fakat mevzu bahis, kumarda bir kere bile yenilmemiş ama cismin kelimeye sığmamasına yenilmiş birisi olduğundan; bir defaya mahsus bir iltimas sağlamış, rivayete göre Settar'ın, Kumarbazın ciğerini sökmesinin bir nedeni de hikayenin bitmesine olanak sağlamakmış.

Sırtındaki ceketi külhani bir edayla savuran Kumarbaz cebindeki tüm parayı masaya vurarak oyuna dahil olmuş. Lakap icabı kahvede sadece barbut atılırmış, kırmızı cuha üzerinde nice koç yiğitlerin yelekleri köynekleri, servetleri  ve bizatihi şerefleri bırakılmış

Racon gereği diğerleri masadan ellerini çekmiş. bkz; racon kesenle mekan sahibi kapışması. 
Barbut Settar bu kafayla kumarbazı alt edip parasını marizleyeceğini düşünerek(racon felan hiç s...de değil) kumarbazla karşı karşıya gelmiş. Zar üstünlüğü doğal olarak Barbut Settardaymış, attığı zar ''seba-i dü' gelince masanın kulübberi ''Yok bir şey'' diye insafsızca inlemiş. Barbut raconu gereği, zarlar elle değil bardak vari bir cismin içinde sallanarak atılır ki bu aletin mahalli adı da Gottik'tir. Sıra Kumarbaza gelince zarları gottiğe koyup sallamaya başlamış. Kumarbazın kafası gottiğin içindeki zarlardan daha çok sallandığından zarları atarken elindeki gottiği de zarlarla beraber masaya fırlatıvermiş. Masadaki herkes ilk kez şahit oldukları bu olay karşısında kısa süren bir sessizliğin ardından basmışlar kahkahayı, rivayete göre kahkahaları civar dört köyden bile duyulmuş. Hatta bir rivayete göre Barbut Settar gülerken donuna kaçırmış. 
Uzun soluklu gülüşlerin arkasından gelen derin sessizliği, en demli oraletleri içmiş olan Yan Cemal ansızın haykırıvererek bozmuş ''Buldum'' diye. Yerçekimi, suyun kaldırma kuvveti hatta düdüklü tencere  bile bulunduktan sonra daha ne bulunabilir ki bu dünyada bakışları altında buluşunu açıklamış Yan Cemal. 
''Buldum Durdu'nun lakabını buldum.'' demiş
''Bundan sonra Durdu olsa olsa Gottik Durdu olur.'' demiş. 

Yeni bir buluşun ardından gelen derin bir anlamsızlığa kendilerini alıştıran ahali bu lakabın Kumarbazımızın bu dünya üzerinde taşıyabileceği tek lakap olduğuna karar vermişler. Ahali tarafından onaylanan lakaplar muhatabına afedersiniz bok yemeyi düşürür. Böylece namı dillere destan kumarbazımız artık Gottik Durdu olarak lanse edilir olmuş, o da iyi kötü demeden bu lakabı sahiplenip tekrar sosyal mecradaki yerini almış. 

Anası sütünü tekrar helal edip ahirete intikal ettikten sonra tam on iki yıl boyunca Gottik Durdunun yenilmezliği devam etmiş taa ki o güne kadar...

Salı

Porno denetim masası

Bir porno filminin ortalama ömrü yaklaşık olarak 3 ila 5 dakika arasında değişir. 20 dakikalık bir porno film çekmekle, seyirciyi obsesif karelere esir alan kısa filmler çekmek arasında zerre bir fark yoktur. Porno film dediğimiz doğallığın dışında bir sevişme sürecidir. Hatta bazen o kadar ileri gidilir ki; çiftimiz fırt diye soyunuverir(iç çamaşırı bile giymeye ihtiyaç duymazlar) zaten olaya hazır durumdadırlar ve haşırt diye iş bitiverir. Final sınavındaki zamanın bitivermesi gibidir, ne anladık biz bu .ikişten hissi uyandırır.
Halbuki önceleri erotik diye bir kavram vardı hayatımızda. Kompozisyon misali giriş, gelişme ve sonuçtan mütevellitti. Kompozisyonlarımız bile erotikti bir zamanlar. Mesela Tan gazetesi vardı, her ne kadar hikayeler tek elden de çıksa gene de okurduk çılgınlar gibi. Hayal gücü vardı, ufkumuz genişlerdi her bir hikayede; tüm karakterler bir anda biz oluverirdi. Porno gibi buz gibi bir haşırt sesi de gelmezdi o hikayelerden. Dergi alışverişi vardı insanlar arasında, Alamanya'dan gelen VHS kasetler takas edilirdi. Gelen gideni aratmazdı.
Bu yaşıma kadar okuduğum en ağır edebiyat da o dergilerde, gazetede gizlidir hala. Okuduğum hiç bir kitapta o kayda değer sanat niteliği taşıyan cümleleri bulamadım hala. 13 yaşımda ilk defa bağlaç ne demek farkına vararak bir bağlaç öğrendim. Kah..... Kah... bağlacını bana öğreten Tan Gazetesini ve o hikayeyi yazanı şu an bile minnetle anarım. Bana bağlacı ve edebiyatı sevdiren şahıstır kendisi. Acaba bu düşüncelerim hikayelerin ihtivasından mı kaynaklanıyor yoksa gerçekten üslupsal bir durum mu diye epey kafa yormuşluğum da vardır konu hakkında ama en nihayi kararım adamlar gerçekten olayı aşmışlar.
Erotik' in o insanı saran duygusal sarmalından çıkıp pornonun Sibirya soğununa dönersek, devletin artık olaya el atması gerekir. Gençlerin ve genç kalmayı sevenlerin duygusal ve fiziksel gelişimlerini kesintiye uğratmamak adına  bu yayınlara bir denetim kurulu oluşturması gerekir. Bunları denetleyecek insanların da bir zaman sonra yıpranma payıyla Maldivlere gönderilmesi farzdır. Kurulun adı da İcraat Kontrol ve Denetleme Kurulu olması gerekir. Bu kurulun, hangi filmin insanları olumsuz yönde etkiler tespitini yapması için gerekli maddeler gerekçeleriyle aşşağıda belirtilmektedir.

1. Bir filmin açılış sahnesinde Mini şortlu ya da iç çamaşırlı(bikinili vs.) bir kadın araba yıkıyorsa film daha izlenmeden direkt olarak yasaklanmalıdır.
Gerekçe; Bir kadının araba yıkarken kendini köpüklemesinin cinsellikle uzaktan yakından alakası yoktur ve hayatlarımız sabun kayganlığında olmamalıdır.

2. Labaratuar, okul, dershane gibi kutsanmış değerleri su istimal eden filmler ve öğretmen kılığına girmiş profesyonel pornocular engizisyonca yakılmalıdır.
Gerekçe; Mastürbasyon çağındaki tüysüzlerin öğretmenlerini hayal ederek derslerini geçirmeleri, daha sonraki öğretim hayatında kötü izler bırakmaktadır.(bkz; calculus.)

3. Yine filmin açılış sahnelerinde soyunan çiftimizin altında bi zahmet iç çamaşırı olurversin temasından yola çıkarak, karakterlerin iç çamaşırı giymediği filmler yasaklanmalıdır.
Gerekçe; Böyle filmler moden moda toplumunda insanları tembelliğe sevk edeceğinden, yaratıcı tasarımların önünü tıkamaktadır. (ve biz sonra yırtınırız  niye yeni Coco Chaneller çıkmıyor diye)

4. Filmin ortalarında pozisyon değiştirirken bir radyatör havasında makineleşmiş hareketler sergileyen karakterlerin olduğu filmler silinip yok edilmelidir.
Gerekçe; İnsanlara akışkanların da bir mekaniği olduğunu, suyun akıp yatağını bulacağını öğretmenin imkansız hale gelmesi ve insanların daha küt hareketler sergilemesi.(küt saç modaydı bir ara allahtan artık aramızda değil küt saçlılar.)

5. Siyahi insanların bu işe alet edilmesinin önüne geçilmelidir, filmde siyah insan oynatanlar hakkında soruşturma açılmalıdır.
Gerekçe; 'gugıl' aramalarının %12'sini Black d... Niger s... Zenci T...  gibi  kelimelerin oluşturduğu hesaba katılırsa, dünya üzerindeki ırkçı ve faşist eğilimlerin artabileceği endişesi.

6. Bir filmde bağlaç kullanılmıyorsa yapah bir ıhhh'lama sesi geliyorsa, film yasaklanmasa bile en azından sese sansür gelmesi gerekmektedir.
Gerekçe; Sanatsal ürünler kullanılarak yapılan her iş dil'e bir katkıda bulunmalıdır aksi halde katkı değil süpürü aracına dönüşür ilkesinden dolayı.

7. Porno filmlere VHS'lerde olduğu gibi şayzee kelimesi yeniden eklenmelidir. Eklemeyen filmler umuma açık yerlerde gösterilmemelidir.
Gerekçe; Hala gurbette boya badana işleriyle uğraşan, Türk mahallelerinde sıhhi sünnetçilik yapan Alamancılarımızla aramızda oluşan iletişim kopukluğunu minimize etmek gerektiğinden.


Son bir madde; nolur mümkünse erken boşalma olmamalıdır.
Gerekçesi yoktur...

Tinto Brass'a Saygılar.

Perşembe

mabed hikayeleri 1

Kerhanelerin hayatımızdaki önemi azımsanmayacak kadar büyüktür. Kadın ve erkek olarak ayrı ayrı ilgi duyarız gayrı resmi bu kurumlara. Bir devleti hatta medeniyetleri ayakta tutan kurumların başında kerhaneler gelir. En başta bir erkeğin tecrübe noktasıdır kerhane, tek öğrendiği bir deliğe ait olmak değildir; asıl öğrenilen profesyonellikle duyguların kesin olarak birbirinden ayrılmasıdır. Bu tüm iş hayatımıza yansır; düzülürken hissizleşmeyi, arzu duyarken boşluğu ve en önemlisi elimizdeki işle uğraşırken hayal kurmayı öğretir bize. Bir erkeğin ilk öğretmeni karakol orospusudur, Şazende. Davetlere asla ve kata çağırılmaz Şazende. Bir delinin düğününe bile davet edilmez. Sanırsınız Marx'ın metresidir.
Kadınlar nezdinde kerhaneler imrenilirken iğrenilen bir kokuşmuşluk mabedidir. Kadınlar diyalektiği kitaplardan değil kerhanelerden dolayı bilirler. Eğer kerhaneler olmasaydı erkeklerinin sigara almaya gidip bir daha gelmeyeceklerini bilirler. Kadınlarla orospular arasında Sevr varii bir anlaşma vardır. Anlaşma kağıt üzerinde ne kadar imzalanmamış da olsa içten içe tüm ilişkilerimize ve alışverişimize sinmiştir.
Umuma kapatılmış olmasına rağmen, gözden çıkarılmayan ve bölgedeki bina sayısını hala beşte birini temsil eden otellerden birinin hikayesinin baş kahramanıdır Şazende. Şazende'nin evveli hakkında kimsenin bilgisi yoktur. Olayı inceleyen sosyologların hem fikir olduğu; Şazende'nin mutlu bir aile yaşantısı sürmediğidir. Mahalle filozoflarının bildikleri ise Şazende'nin annesinin de orospu olduğu ve Şazende'nin de bu mesleği devir teslim töreniyle annesinden aldığıdır. Kayıtlara göre Şazende profesyonel olarak bu mesleğe 70'li yıllarda, İzmir'in Basmane ilçesinde; tren istasyonun bitişiğindeki Paris Gazinosunda başladığıdır. (Orospu kelimesi toplum açısından çok fazla müstehcenlik, diğer bir bakışla aşşağılanmışlık içerdiğinden bu kelimenin yerine madam  kelimesini reva görerek yazıya devam edeceğim.)
Bir madamın sahip olduğu 2 erkek vardır. Bunlardan birincisi pezevengi diğeri de aşık olduğu adamdır. Fakat madamların tarihine bakıldığında bu iki erkek tipinin de aslında madama sahip olduğu fikri oluşur ki bu tamamen yanılsamadan ibarettir. Madam'ın elinde intihar gibi bir seçenek her zaman durur ve pezevenk ile maşuk bu durumdan, tanrıdan korkar gibi korkarlar. Şazende'nin Basmane macerası ilk aşık olduğu adam olan Pire lakaplı 2 metrelik adamın, pezevenk R. tarafından öldürülmesiyle son bulur. Pezevenk R. pireye kızıp Paris gazinosunu yakmasıyla birlikte, buraları terk etmek farz olmuştur. Soluğu Mersin'de alırlar. Yerleşik bir gazino ararlarken edindikleri istihbarattan Pire'nin Mersin'in sayılı (taşaklı) ailelerinden olduğu anlaşılır ve topukları yağlayıp, ülkenin en kurtarılmış bölgesel haz zinciri olan Hatay'ın Soğukoluk Köyüne doğru uzarlar. Burada kendilerine en uygun otel olan Ayvazyan'ı mesken tutan Madam ve R. ilk zamanlarda hoş karşılanmazlar. Yeni tanıştığınız insan size kendisini açık etmezse; kim olduğunu, benliğinde ne yattığını, tarihin örümcek ağlı sayfalarında kimlerin sonsuza uzandığını söylemezse ondan tedirgin olursunuz. Tersi durumda ise çok konuşmak yalanla örülü bir duruma işaret eder ve anlattıklarının doğru olmadığını bilirsiniz. Konuşma varsa yalan olduğu bilinir, suskunluk doğruluk derecesini gizlediğinden bilinmezliğin ürkütücü esaretiyle sizi ölesiye rahatsız eder.
Böyle raconların en keskin çözümü sizi tanıyan birinin, sizi diğerlerine anlatmasıdır; tek bir cümlesi bile etraftaki tüm fırtınayı dindirmeye yeter de artar bile. Ayvazyandaki suları dindiren de iki yüz metre ötedeki otelin sahibi Ali Yalım olmuştur. R. İzmirde, Ali Yalımın kerhane tuvaletleri ihalelerinde kurşunlanmasını önleyen kahramandır. Öyle kerhane tuvaleti deyip geçmeyin, günümüzde bile ülkeye en çok vergi ödeyen kurum kerhane tuvaletleri birliğidir.
Ayvazyan, ön tarafında tüm şehri ayaklar altına alan manzaraya, arka tarafında ise ceviz ve incir ağaçlarının gölgelediği bir serinliğe sahip üç katlı, altmış iki odalı sayısız gizli geçitli tam teşkilatlı bir yapıdır. Otelin yapılış tarihi 50'lerden önceye denk gelir ve ülkeye ilk otomobilin 1907 yılında Fransadan tam 12 günde geldiği göz önünde bulundurulunca bu koca otelin yapımı eşeklere mal edilebilir. Oteli yaptıran rahmetli Josef Ayvazyan Allah'ın dağında bu oteli neden yaptırma zahmetine girmiştir bu da akıllardaki cevaplaması çok güç bir sorudur. Müzeyyen Senar 60'lı ve 70'li yıllarda bu otelde şarkı söylemiştir hatta Benzemez Kimse Sana şarkısı Ayvazyan'da yazılmıştır. Tüm bu detaylar göz önünde bulundurulursa, buraya fuhuş yuvası, kerhane gibi basitçe geçiştirilebilecek bir takım yaftalar yapıştırılamayacağı aşikardır. Bu otel cinselliğin yanında derin bir tarih ve sanata da tanıklık etmiştir. Cinsellik tatsız tussuz olan taş yığınına birazcık tutku katmak için sonradan eklenmiş bir özelliktir.
Şazende burada çalışırken hayatının en şaşaalı zamanlarını geçirmiştir. Paris Gazinosunda sarhoşlara kavun peynir olmaktan, üst düzey bürokratların, parası bol aristokratların arzusuna dönüşmüştür. R. ise Şazende sayesinde çevrede sevilip sayılan itibar gören bir pezevenge dönüşmüştür. Ve kim ne derse desin bu ülkenin en itibarlı adamları hatta tek beyefendileri pezevenklerdir. Gittikleri her yerde paşalar gibi ağırlanmışlardır ve arkalarından en ufak küfür dahi edilmez.
Bu kadar güzelliğin içinde dram olmadan olmaz ilkesiyle yola çıkan tarih, Şazende'nin eksiğini karşısına çıkarıvermiştir. Aşık olunan ve şefkat besleyen adam. Şans eseri o adam da otele yakacak odun kesip getiren Kabaklı olmuştur. Kabaklı kendini bildi bileli Ayvazyan'a eşekle odun getirirdi. Kendini tam olarak bildiği zamanlarda, aklı tavana değdiği günlerde, otelde neden bu kadar yakacağı ihtiyaç duyduğunu  kavradığı dönemlerde insanlara daha bir dikkatle bakmaya başlamıştı. Ondan öncesinde zerre kafasını kaldırıp burda ne oluyor diye sormuşluğu yoktu. Kafasını kaldırır kaldırmaz göreceği ilk kişinin Şazende olacağını da herhalde benden başkası bilemezdi. Kabaklı, Şazendeyi gördüğü günden itibaren dağın başında derin bir inzivaya çekilmişti ve gözlerini kapattığında görebildiği tek şey Şazende'nin bakışıydı. Şazende'nin bakışında kelimelere sığmayan ama herkesin tahmin edebileceği o vurucu his vardı; bekleyiş.
Kabaklı ne zaman Şazendeyi düşünse ölecek gibi oluyordu. Hikaye bu ya Kabaklı hep öldü.
Şazende'ye dokunamadığı her gün Kabaklı için bir işkenceye dönüştü. Bu işin raconu nedir nasıl parayla sevişilir bilemeyen Kabaklı, bir gün tüm cesaretini ve parasını toplayıp R.'nin karşısına dikildi. Cebindeki tüm parayı çıkaran Kabaklı onu istiyorum dedi. R. o bakışlardan anladı ki; bu bakışın sonunda hikayeye kan bulaşacaktı.
R.'nin ortadan kayboluşu ve Kabaklı'nın elinde paralarla bekleyişi bir asır sürdü. Sonra Şazende geldi. Kabaklı Şazendeyi görünce kafasını yerden kaldıramadı, Şazende paraların hepsini alıp arkasını döndü ve gitti. Kabaklı sahneden koşarak uzaklaştı. Son sahnenin çok dramatik olduğunun farkına varan R olaya el attı. Her ne kadar pezevenk de olsa onun da duyguları vardı. ve kim ne derse desin dünyanın en merhametli insanları pezevenklerdir, hem kimse de mezarlarına tükürmez onların.
Köyde oteller hariç her şeyden bir tane vardı. Bir tane bakkal, bir tane fırın, bir tane pastane. Kabaklı'nın kısmetineyse pastanenin sahibi Gürbüz'ün kızı düşmüştü. Kabaklı Gürbüz'ün kızı Serapla bir kere sevişti ve o sevişmenin kerametinden toraman bir veled olan Tırrik Memet doğdu. Tırrik 2 yaşına geldiğinde Serap köyün tombalacısı Savaşla kaçtı. Bu Kabaklı'ya vuran son ikramiyeydi.
Kabaklı'nın yapacağı ilk iş gidip Şazende'yi otelden çıkarmaktı. Bir Madam'ı otelden çıkarmak için olmazsa olmaz iki şart vardır. Birincisi madam'ın aşkı, ikincisi ve nispeten daha kolayı ise pezevengi öldürmektir. Kabaklı en zorunu Şazende'nin kalbini almıştı, R.'nin dalağını mı alamayacaktı. Hem alamasa bile vız gelirdi, en azından yiğitçe öldü diye anılırdı. Yiğit ölür namı kalır deyimi kerhaneden çıkmadır, ama olur olmadık her yerde kullanan ahali bundan bihaberdir. R. Şazendeye ilk tutulan insan olması itibariyle, Şazende için her zaman en iyisini isteyecek olan kişidir. Kendisinde olan o gücü Kabaklı'da gören R. Kabaklı'nın elindeki kağıdı bile kesmez bıçağın sırtına sol böbreğini bırakarak Şazendeye son görevini  yerine getirmiştir.
Aslı itibariyle hikayemiz de bir ölüm hikayesidir. Hikayenin kahramanları her gün ölenlerden oluşur. Şazende yatakta, R. kapını dışında Kabaklı ise bedeninde ölüp ölüp dirilmişlerdir hayatları boyunca. Her hikayede ve gerçeğin tam dibinde olduğu gibi en son kalan en çok ölen olur. Kabaklı, Şazendeyi eve kapattıktan beş yıl sonra Şazende dizanteriden ölmüştür. Şazende'nin ölümünü kabullenemeyen Kabaklıysa bir yıl sonra veremden rakı masasında mortu çekmiştir. Kabaklının oğlu Tırrik dönemin genelkurmay başkanı olup 80 darbesinde Soğukoluktaki tüm otellerin kapatılması emrini veren komutandır. Komisyon köyün adını değiştirip GÜZELYAYLA KÖYÜ koymuştur. Bu hikaye o günden beri Güzelyayla Köyünde doğan her erkek çocuğunun kulağına bir ezan gibi okunur.

Çarşamba

no man's land

Seçtiklerimiz bizi yansıtır ya da yansıyanları seçiveririz. İki uçlu ballı değneğin ortasından tutsan adını direk olarak yancı koyuverirler, seçim dediğimiz şey de hangi ucu tutup parmağına bal çalınacağıdır. Kıyafet seçimi; günlük ahlaki konforun yansıtılması dışında, insanın kafasının dibindeki düşünceleri de yansıtır mı sorusu modayı ortaya çıkarmıştır. Moda bir nevi taraf tutmaya benzer ve her taraf tutma bizi diğerlerini elemeye iter. Hiç bir zaman hepsini seçemeyiz, en çok eşlimiz bile aslında tek eşlidir. Sahip olmanın getirdiği hafiflemenin haklı veya haksız gururuna denk düşer seçimlerimiz. Seçtiklerimiz ne kadar kötü olursa olsun onları kendimizce makul nedenlerden dolayı en üste çıkartırız. Seçimimizin yenmesi durumu tartışma dışıdır ancak yenilgide bile seçtiğimizi onore etme geleneği bizi çırpınırken boğulan akbabalara dönüştürür. Boğulan bir akbabayı bile; ''Baksana adam hala uğraşıyor, takdir ettim'' diye destekleyen akbaba sevenler de yok değildir. İnsan dediğimiz yerden yere vurulmayı hak eden, hatta onunla da kalmayıp yerin dibine sokulası musibet, tembeldir en nihayetinde. En büyük çabası ve eylemi batarken debellenmektir. bu da bir çeşit tembelliğe işaret eder. Maksimum yapabileceği kusmaktır. Üretim dediğimiz şeyi de tüketimle ilişkilendirip anlamsızlaştırır. Hatta kutsal sayılan sanatta bile durum bunun tersi değildir. Çıplaklığı, ilkellikten koparıp cinselliğin içine sokma faşistliğini bile göstermiştir sanat. Yaptığı her eylemiyse toplum yararına yaptığını kabul edip; kabul ettiklerinin yanında, etmediklerinin karşısında durarak geliştirmiştir. Ahlak denilen dipsiz kuyuya atılan taşlar en dipte bulunan estetiği delik deşik etmiştir hala kimse farkına varmaz olayın. Yozlaşmışlığın temeli ahlak mıdır ahlaksızlık mıdır buna hala kimse net bir cevap veremez. 

Seçimlerimiz bizi oluşturmaz. onlar sadece dışarıya bizim hakkımızda fikirler verir, o fikirler de enine boyuna düşünülüp bulunmuş değildir kısa bir değerlendirme yapmamıza, dolayısıyla ona yakınlaşmamıza ya da ondan uzaklaşmamıza neden olur, ve yapılan seçimlerin hepsi  anlık sıçramalardır. Bir çoğu yanlıştır ama atalarımız bir çok şeyin iyisini bildiklerinden kalan sağlar bizimdir teması adı altında işler yürür. 
 Bizi rahatsız eden şeyler zaman içerisinde kabul edilebilir bir hal alır. Kendimizi fazlalık hissettiğimiz zamanlarda onlardan tekrar rahatsız oluruz, o rahatsızlıklar da çeşitli eylemlere dönüşür. İlgi duyduklarımız da o eylemlerimizi belirler
Sanatta ya da yeni keşiflerde durum böyledir. Makineler bu durumdan dolayı yapılmıştır, insan hayatını kolaylaştırmalarını umursamaz kimse ya da mimari amaç konfor değildir içteki huzursuz patlamayı dönüştürmektir. Bence berberler dünyanın en yaratıcı insanlarıdır, bu kadar yaratıcı olma uğraşı anarşiyi beraberinde getirir, kuralları tanımazlar ve asla boyun eğmezler. Bir berberde asla istediğiniz saç traşını olamazsınız, olduğunuzu zannettiğiniz model berberin anarşist yansımasından ibarettir. Buda'nın dediği gibi ''Ben sadece iyiliğin ve aydınlanmanın yansımasıyım ama kendi aydınlanmamı sana aktaramam.'' berberlerin Buda'dan tek farkıysa traş sırasında kolunuza değdirmeleridir. Ondan vazgeçtikleri an dünyanın orta yerinden başlayan bir beyaz ışıla evren bir anda yok oluverecektir sanki. Ve hala savaş karışıtı Fransızların De Gaulle'yi neden sevdiğini bir türlü anlayamam. (Berberlerin kültürel değdirmesinden kaynaklı olabilir).

İnsanların hepsini birden değiştirmeye çalışmak da benim faşistliğimden kaynaklanıyor olsa gerek. Halbuki bırakalım kimse değişmesin, hem nedir ki bizdeki değişim aşkı(manyaklığı) her değişen iyiye dönüşecek diye bir kaide yoktur ki, reform ve rönesans da Michelangelo'nun incir yapraklı heykellerinden farklı bir şey değildir. Biz toplum olarak ölülerimizi gömeriz, yerin altı görünmeyene; gökyüzü bilinmezliğe işarettir. Bilinmezliktense gözden uzak tutmayı tercih ederiz. Bu yüzden sansürü severiz. Biz her şeyi sikip atmayı özgürlük sanırız. Tüm güzellikleri bayağılaştırırız; bu yüzden de sansüre karşıyızdır. Sanki sansür dediğimiz şeyler onları düzeltecekmiş gibi de sansüre ya da sansürsüzlüğe halatlarla kendimizi asarız. bu da toplu intiharın modern versiyonudur.  Nekrofiliyiz alayımız ve arayışımız az soğumuşunu bulmak üzerine.
Yüzelim; soğuk ya da karanlık fark etmez. suyun üstünde kalalım yeter. İnsanın olmadığı ve böyle yazıların yazılmadığı yerlerde.